21 Aralık 2010 Salı

Ahmet Ada 20 Mayıs 1947’de Ceyhan’da doğdu. Çeşitli işlerde çalışarak hayatını kazandı. Yazın yaşamı 1966’da başladı. Şiir ve yazılarını Soyut, Yeni Dergi, Papirüs, Varlık, Adam Sanat, Kitap-lık dergilerinde yayımladı. Şiirleri Bulgarcaya, Kürtçeye, Almancaya, Fransızcaya, İngilizceye, Zazakîye çevrildi.

Şiir kitapları: Gün Doğsun Gül Üstüne, 1980; Acıyla Akran, 1983; Yaz Kırlangıcı Olsam, 1985; Yitik Anka, (ilk üç kitabının toplu basımı) 1993; Aşka Her Yerde, 1990; Vakit Yok Hüzünlenmeye, 1992; Günyenisi Lirikler, 1992; Taş Plak Gazelleri, 1995; Küçük Bir Anmalık, 1996; Begonyalı Pencere, 1998; Denize Atılan Çiçek, 1999; Gökyüzünün Fıskiyesi, 2003; Denizin Uykusu Üstümde, 2004; Kantolar, 2006; Yeni Kantolar, 2007; Sonsuz At (Seçme Şiirler), 2009; Sözcükler Denizi, 2009; Taşa Bağlarım Zamanı, 2009; Paçalı Bulut, 2010; Yoktur Belki Ahmet Ada Diye Birisi, 2010

Poetika : Şiir Okuma Durakları, 2004; Şiir İçin Boş Levhalar, 2006; Modern Şiir Üzerine Yazılar, 2008; Şiir Dersleri





























Göl ile kuğu


























Göl ile kuğu



Çarpışı yırtık bulutların kızgın teleklere
O kadar olur yanışı kanatların
O bembeyaz ürperirken gölün göğsünde
Daralır yüreği gök ile göle bakanların

Gölde bir varlık da o, göz eriminde,
Beyaz, lekesiz, o kadar güzel ki
Bu güz geçip giden sevda sessizliği
Yüzüşü suyun tam ortasında

Kuş gölgeleri düşerken gölün yüzeyine
Kara kanadı üzerimde ölümün
Gördüm, gördüm nasıl akıp gittiğini
Tasalı yılların sazlar altından





Göl ile kuğu II



Boynunda sabah serinliği
Gölün bilgisiyle hareket ediyor kuğu
Yaprak düşerken güz dalından
Sevgilim günyenisi güne uyanıyor

Şimdi fazladan yaşıyorum güzü
Gölü kuğuyu bırakıp çıkar mıyım
Kanatlarımı üşüten kışa, göğsümde
Uyanırken diri göğsü sevgilimin

O ki kanatlarını geriyor sayrılığıma
Dinlenmek için geldiğimiz otel odasında
Sazlardan kuşlardan alıyor iyiliğini
Yaban kazları süpürürken göğü

Gümüş günler giderek geride kalıyor
İncelen kuğu uzun bir tümce içimde.
Kurtulduk derken dünyadan
Yaşlılık kuğuyu göle yakıştırıyor





Göl ile kuğu III



Gölde yüzerken öyle sakin öyle sessiz
Ben kuğuda sonsuzluğu yaşadım
Gölün durgunluğu kalmış üzerimde
Evrenin müziği beyaz ıssızlıkta

Bu yaz otele karşı dağ gölü
Öylece duruyor beyaz kuğusuyla
Kentin uğultusundan uzak ruhum dinleniyor
Gölü bekleyen beyaz sessizlikte

Kentin acısı kalmış üzerimde
Denizin, balıkçıların, teknelerin
Çözülürken sabahın sisi yüreğimden
Bir kuş göle doğru uçuyor

Ne kadar çok değiştim: “Nasılsınız bugün?”
Diye soran otel görevlisine
Karşı dağları gösterdim –

Giyindim gölü kuğuyu yaşadım





Göl ile kuğu IV



Diyorum ki:
Kuş kanadı kadar hafif hava
Sazlar ağaçlar kuşlar tüketirken duru göğü
Güz güzelliği ayaklarımızın altında

Göl bahane diyor yaşlı adam sen kuğuya bak
Göle düşen güz yaprakları arasına karışmış
Bir çocuk boynu Modigliani’den kaçırılmış

Salkımsöğütler çözmüş rüzgârı
Bu bizim kanatsız günümüzdür diyor yaşlı adam
O düz kuğu gelişigüzel yüzerken
Bacaklarımız uzar girince göle

Diyorum ki :
Kuğunun ölümsüzlüğü bir ölü tümce
Göle atacağım bu kez sözcükleri
Kuğu bahane
Avcılar varken kuşları vuran






Göl ile kuğu V



Değneğimle gösterdiğim gölün yüzeyi
Yeşile kesmiş yapraklardan
Kıyıdan bakınca kuğunun boynu
Örtüyor kırılgan sessizliği

Seven gözlerle baktığın zaman
Umarsız kalıyorum taşın üstünde
Bakışlarımı göle ve kuğuya çeviriyorum
Güneş parlarken suyun terkisinde

Yakalıyorum sonunda rüzgârı
Pırıl pırıl günü dolanıyor
Gölden ve kuğudan bakışlarımı alamazken
Ansızın boynuma sarılıyorsun

Küçük mutluluk anları
Şaşırtıyor yorgun ruhumu
(Biraz daha kalayım burada ben)






Göl ile kuğu VI



Son demi sonbaharın beni kendimden uzaklaştıran,
fırlatıp atan göl kenarına, hiç kimsenin olmadığı.
Beni göçebe yapan, beni göl durgunluğunda bırakan
hüzün. Arıyor şimdi bir taşın arkasına saklanan
rüzgârı. Arıyor tutkunun kuğu boynunu kıyılarda.
Göl derinliğimdir benim. Sessiz başkentim. Suların
üstünde bazen köpüğüm, bazen sisin içinde çan.
Orman, geyikleri öldürülmüş onur şarkısı. Gövdemin
dost sıcaklığı. Göl kuğu hüznü, zaptolunmaz çılgın
ruhumun.

Ohhoo

Diyorum ki, bu Göl ve Kuğu’lar kolejlerde okutulmasa
Da, okur rüzgâr.

Ruhumsun ey rüzgâr, ey bembeyaz kuğu!
Sarıyorsun öylece boynumu, geçiyorum
dikişli yaralarla dünyadan






Göl ile kuğu VII



Gün yükselince göle çalışıyorum
Bu sabahki dersim: Kuğu
Otelden inince kıyıya
Sararmış yaprak yığını kıyı
Yaprak kımıldamıyor göl durgun
Işıktan alıyor rengini kuğu

Bütün günümü yaprak yığınları arasında geçiriyorum
Ağaçlar, orman, göl kenarı
Sürüp gidiyor gövdemde göğün serüveni
Kuğu, gölün üstünde sabah uykusu

Uzakta, kent uzakta zil çalıyor etekleri
Oysa burada sessizlik egemenlik kurmuş
Ben görmedim böyle sonsuz sessizliği,
Tazeliği sonbaharım tatlı havasında

Kirpiklerim tuz, kış geliyor






Göl ile kuğu VIII



Bu dünyadan geçerken gördüm Göl ile Kuğu’yu
Kuğu senden bir görüntü değil
Tedirgin ruhumu değiştiren hüzün
Yoksullaştırmalardan sakladığım beyaz boyunlu imge
Değirmi yüzlü, şiirlerimi okumuş kısa saçlı genç kız

Biliyorum, çözülürken dünya başaklardan
Oturup bir kütüğe göle baktım
Göle değil saz boyunlu kuğuya
Yararsız incelik belki sessiz duruşu
Bu onun biricik hayatı

Bugün göl ile kuğu arasında bölümdüm
Bir sigara yaktım, hiçbir şey olduğumu düşündüm
Bir rüzgâr değilim, yeniğim ölüme,
Başarısız oldum şiirden başka her şeyde
Veda edebilirim ya dünyaya
Zarif çocuklar kuşlar bırakmıyor yakamı

Orada öylece duruyor kuğu, avutan doğa,
Göl ayna oluyor yaşlılığıma






Göl ile kuğu IX



Gölden görebildiğim beyaz kuğu erincim benim
Varlığıma katılıyor
Ne kamışlar ne ağaçlar
Erinç vermiyor onun kadar
Onunla bakıyorum kavaklara, göğe, kuşlara
Bu yüzden söz kanatlanıyor damağımda
Bir ağaç sürtünüp geçiyor, bir kuş düşey uçuyor
Gövdeme bağlanıyor suyun altındaki çan
Değişiyor her şey bir kalemde
Sürerken göğün müzik şöleni
Sis basıyor gölün kıyılarını
Yusufçukları göremez oluyorum
Yaprak hışırtılarını işitiyorum sadece
Geçen rüzgârın çıkardığı, geçici,
Eğlendirici, hafif, doğayı hissettiren
İncelikleri var gövdemi tamamlayan

Ruhumun dinginliği yetiyor bana





Göl ile kuğu X



Gölü yaşamak zamanın geçişi demek
Dümdüz geçişi büyüleyici albenisiyle
Doğanın kanatlanıp uçuşu,
Kuğunun göle çağrısı öğrenelim diye
Büyük insanlıktan erinç dolu yaşamı
Kendinde bütünleşen eksiksiz insanlığı
Sonra hüznü ve dağınıklığı

Kuğuyu yaşamak gördüğümden başka bir şey
Yazdığım yazıda, okuduğum kitapta,
Uzak bir anda o vardır ya hep
Geçti, bölündüm ‘Kuğu ile Göl’ arasında

Ben hep ‘Göl ile Kuğu’yu yazdım sevinçle
Ben hep düş kurdum ‘Göl ile Kuğu’ için
Düşsüz yaşadığım da oldu zarif kuğuyu
Şimdi nasıl ayrılacağım
Umarsızım işte






Göl ile kuğu XI



Göle varmadan otları geçiyorum
Sürerken bende kuğu güzelliği
Serçeler takip mesafesinde
Bulurlar beni yağmur altında

Kış kapıda, kayıklar kıyada kayboluyor
Sisin içinde
Kuytuda dinleniyor rüzgâr

Gözlerimi kısarak bakıyorum kuğuya
Göğü toprağı gölü dinliyorum

Gölün durgunluğu örtüşüyor kuğuyla
Dalıyorum beni tamamlayan doğanın bakışana
Nergisler yok, kış geliyor
Bulurlar beni bir tenhada

Küçük bir suyun derdi ne ola
Kış beyazı kuğuyla?





Göl ile kuğu XII



Kuğu, gözümün gördüğü benzerim benim
Hüzünden nasıl girilir durgun göle?
Kuğuya değil göle sor
Ne kadar uzak düştüğünü gönlünden

Kuğu masumdur olgun başaklar kadar
Eski sularda güneşlenirken boynu
Uçsuz bucaksız uzar göğe
Bir görünüp bir yiterken kasım güneşi

Sorarsınız, nedir bu yürek ürpertisi
Suların sazların dokunduğu?
Hüzündün kuğu, bilemezsiniz nedir
Gövdenize geçen o değişik duygu

Alıp başını giden benzerim kuğudur
Durgun göle sorun sevgimin niyetini
Kendimi aradığım ıssız yazılara.
Ama nasıl girilir hüzünden göle?






Göl ile kuğu XIII



O da öyledir göle gitmek için
Bir telaş, yağmuru dert edinmekten
İnce mi ince bir yağmur kapının eşiğinde

Beni göl sayın, kuğuyu düşlemekten gelemiyorum
‘Göl ile kuğu’ şiirlerini çok sevmiştiniz
Beni kuğunun boynu sayın
O zaten çok matrak, ince Modiğliani boynu,
Duruşu, dağ göllerini çok seven ördek duruşu
Hüznü, kuşlarını salmış ağaç hüznü

O da öyledir hüzün sayılır her sözü
Her müşkülden kendine zevk payı çıkarır

Beni göl sayın, dert etmeyin yağmuru
Birkaç adım atar geçerim sonbaharı





Göl ile kuğu XIV



Sıkışık vakitlerde beni konuşuyor
Göl kenarında nilüferler. Yok sayın beni
Diyorum bakarken kuğuya
Diyelim taze gündür, onu konuşun

Yaşlıyım sayrıyım kırgınım dünyaya
Niye böylesiniz diyor kuğu
Ne desem göğün altında kalıyor
Seven gözler acı çeken yürekler
Beni incitiyor

Başka dilde konuşuyorum acıyı
Taşa rüzgâra ağaca
Acının kaynağı ne? İnsan neden mutsuz?
Sorularla yetinmeyi bilmiyor kalbim

En iyisi yok sayın beni, yaşamadı deyin
Gölü de kuğuyu da benliğinde





Göl ile kuğu XV



Kiraz ağaçlı yolun sonu göl, gözün gördüğü upuzun
boyunlu kuğu suyun ortasında, o en yalın yalnızlığıyla
duruyor. Yoldayken ishak kuşu ötüyor. Kanadı değiyor
suya. Bir görünüp bir yitiyor sıçrayan bir balık.

Kuğu, girmiş nereden girmişse gönlüme. Yakalıyorum
onunla mutluluğu öğlenin çapaksızlığında.

Gölü anlamakta güçlük çekiyorum, neden dert edindiğini
kuğuyu. Dağlara bakıyorum, kuğuyu anlıyorum, neden hep
gölün sakinliğini konuştuğumuzu da. Höyük yapan güneşi
konuşmalıydık oysa. Sonra, sımsıkı yumuyorum gözlerimi
hişt hişt seslerine. Yanımda Sait Faik.






Göl ile kuğu XVI



Baylar bir otel kâtibi niye inmez göle
Alnına değerken dağ yeli
Niçin geceleyin Nietzsche okur
Mozart’ın flüt konçertosu eşliğinde

Baylar, gümüşten ay kapıyı dolanır
Kaç kişi ay ışığında göle iner
Kaç kişi kuğunun üşüdüğünü hisseder
Değişen yüzünden

Baylar göl ile kuğunun varlığı
Ne ifade eder ayrı kalanlar için
Sonra gaga vuruşu bir kuşun
Yapraklar arasında

Baylar bir otel kâtibi niye içine kapanır
Güz gelince, yaprakların ışığı sönünce
Biliyor musunuz nedendir
Kuğuyu tanımaktan kaçışı





Göl ile kuğu XVII



Benim gördüğüm başka bir şey değil kuğudan
Şu göle ayaklarını sokan çocuk
Ayaklarını kırık görüyor. Annesi
Hafifçe değip geçiyor omzuma, yuvarlak yüzü,
İçimde bir şey kaynıyor
Yararsız, incelikli duygular belki

Ben kuğuyu gördüğümde yanık kütük kokusu
Kokuyor ortalık, yapraklar anımsıyor
Kuğuya uzun uzun baktığımı
Sonsuz bir şeye bakıyormuşum sanki
Yaprağın söylediği tam bu

Güneş Karacaoğlan heybesiyle iniyor göle
Heybesi ıvır zıvır dolu
Nedir ki bir göl, küçücük bir su
Diye küçümsüyor
Ne önemi var kuğu olmasa

Ben her şeyi görüyorum her yanıyla
Tamamlıyor göl ile kuğu gördüklerimi
Göl her zaman yadsısa da kuğuyu
O durmadan tazeliyor kısa günü





Göl ile kuğu XVIII



Mutlu muyum, neredeyse mutlu gibiyim
Kocaman doğa içimde, göl, kuğu,
Olan şey toza bulanan ağaç,
Yorgun suyun sessizliği, kalbim gibi

Sürükledim bugüne kadar ayaklarımı
Rüzgâr sıyırıp geçerken omuzlarımı
Uzakta, verimli göl kıyısında
Bir hüzün içindeyim ben

Kuğu gölün üzerinde yüzerken
Gölü değil kuğuyu yeğlesem de
Yere göğe ulaşayım istiyorum
Sessizliğin sınırsız egemenliğine

Şu evrende kaç kişiyim, ölürsem konuşurlar mı
Benim bir başkası olduğumu?






Göl ile kuğu XIX



Ya sen kuğu değilsen ya göl göl değilse
Bir damla yağmursa her şey
El izim tozlu ağaçlarda kaldıysa
Kuşların sesiyse sesim, ormanın buğusuysam

Çocuklar piknik yapmaya gelmiş olamazlar mı
Göl kenarına, kuğu sanal bir varlık olamaz mı
Gölün ortasında
Her şey yanılsama senin varlığın da öyle
Otelin varlığı, gölü gören balkonu
Otel kâtibi, o varla yok sessizlik anıtı

Kime neyi nasıl anlatırım ki
Sabah otelden çıkarken yağmurluğumu unuttuğum
‘Ah keşke her şey o kadar kolay olsa’
Diye bir tümce yazdığım defter
Hepsi yanılsama yaz yağmuru gibi

Dağ doruğu, patika, yedi göl
Ormanın kuytu sakinleri, yaz evleri
Fotoğrafımı çeken güneş, sakinleştiren kuş sesleri
Olabilir mi bir yanılsama
Yağmurun yağdığından da kuşkuluyum hâlâ

Kim ne kadar incitti beni niye buradayım
Belki bu yüzden yükseliyor varlığımdan buğu





Göl ile kuğu XX



Alçaktan uçan güvercine dönüyor rüzgâr
Doğanın gizemi, üç nal gökyüzü
Benden başka görmüyor kimse
Gölgelerin gözlerini, kurdu ve geyiği

Kimseler görmüyor gölün söküğünü diktiğini
Ağacın ağaçla konuştuğunu
Kuğunun su kuşları için dertlendiğini
Küçücük suda, küçücük öfke
Bakıyorum öyle beyaz, kapıyorum gözlerimi
Yanımda beliriyor Naz, elinde sarı güller
Otele dönelim, üşürsün göl kenarında
Diyor

Merak ediyorum kuğunun ötesini
Vakitsiz yağan yağmurda
Gidelim diyorum, hışırdıyor ayaklarımızın altında
Güz yaprakları, koluma girerken Naz
Görüşürüz kibirli doğa diyorum içimden

Omuzlarım üşüyor göğe bakmaktan
Göl, göğün dolu seleleri, az ilerde zeytinlikler





Göl ile kuğu XXI



Dağ gölünün biraz ötesine yapılmış otele geldiğimde,
yolda, dikenli dikensiz otlar yamaçlarda dalgalanıyordu.
Rüzgâr vardı demek ki. Sonraları, göl kenarında sıkça
söyleştiğimiz rüzgâr senin yerini dolduramazdı.

Gölün tek kuğusu bakışlarım içindi. Ben doğa körüydüm
hep çocukluktan kalma. Annem uzun kirpiklerimi kesmişti.

-Peki siz kaç savaş gördünüz? Kılıçlar kanlı Kerbela. Evet,
evet aldılar pankreası dalağı safra kesesini. Bir fayton
hüznü kaldı bana çocukluktan. Herkese benden gazoz ve
tuzlu leblebi. Cebimde saat kulesi, yazlık sinemalar, dolaştım
durdum. Hadi gidelim Naz. Kaldı hastanede kemikler, ceset
torbaları, serum şişeleri.

Arka bahçeler ruhum içindi.

Bir gün daha geçti göl kenarında. Büründüm çocukluğa
zamanın içinde.






Göl ile kuğu XXII



Benim tedirginliğim beyaz kuğu
Geçit vermez dağların ardında, gölde,
Bütün gün kıyı boyunca gezdirdiğim
Ruhumun temizliği, taze hevesi

Beni serinliğe bırakan rüzgâr üşütür kuğuyu
Tedirginliğim bu yüzden belki

Göl, anlamak içindir kuğuyu
İplerinden çözülürken dünya
Buna kaç yıl gerekecek,
Nerden bilecek kuğu?

Sandalı bekleyen kıyı ve gök
Görüyor suda kusursuz güzelliği





Göl ve kuğu XXIII



Ben buraya sakinleşmeye geldim
Bazı akşamlar delirtti, şehir, sokaklar çıldırttı,
Kavakların sesini dinlemeye, gölün durgunluğunu
Seyretmeye, kuğuyla bakışmaya geldim

Yeryüzü beyaz, dağ köyleri sis içindeyken,
Köpekler yabancılara havlarken
Geldim otele yerleştim sıkıntıdan

Dışarıda göl ve kuğu, oh dünya varmış,
Gök çok duru
Göl kenarı ıssız
Yürüdüm, o katılık gitti
Kavakların fısıltısı doldurdu kalbimi
Her şey o kadar güzel ki, kanatlandım






Göl ile kuğu XXIV



Ağaç denizinden geçtim. Rüzgârı arkama alıp göle
giden patikaya girdim. Rüzgâr otları kaldırdığında,
uzaklardan, çok uzaklardan kuş sesleri gölün bulunduğu
düzlüğe yayıldı. Göl at nalı biçimindeydi - fısıltılarla
çevrili. İvedi kıyıya indim. Kararan sandal, çürüyen
ip. Elimde kaldı uyuklayan su. Rüzgârın fiskesiyle
ürperen küçük su. Sessizce çürüyen mor yapraklar
yalpalı devinimde. El izlerim kaldı yapraklarda.

Beyaz gömleğimi giymiştim kuğuyu göreceğim diye.
Kuşlar uzaklaştı, kuğu yok yerinde. Gölü gölgeler
kapattı. EY diyen sesimi süpürdü rüzgâr. Duyan
olmadı gökten başka.

Hava yumuşacık göl sakindi. Gölün üstünde bakışlarım
kaldı. Ağaçlarda yapraklar azaldı ve kuğusuz göle düştü
çoğu. Eksildim kuğusuz, eksildim ve EY dedim bir
kez daha.






Göl ile kuğu XXV



Ben Ahmet Ada, şair, dünya şairi,
Telefonda anlatamam gölü de kuğuyu da
Bir parça mutluluk, bir parça erinç
Tam anlamıyla karşılıksız kalan
Var olduğumu hissettiren
Günebakanların hışırtısıyla, otların sesiyle
Ay ışığında.

Yaşama gizemim göl ile kuğu
Telefonda anlatamam mutluluğumu
Tam bir erinç içinde uyanıyorum
Taze güne, kuşlara, göle, kuğuya
Otel odasından bir pencere açıyorum

Veda etmeden göl ile kuğuya
Fazla bir şey değil, ölümsüzleşmelerini istiyorum
Özgürlüğe teyelli şiirlerimin dizelerinde
Benden giden gök gibi






Göl ile kuğu XXVI



Yerine koyamadım inceliğini kuğunun
Tuhaf bir güzellikti onunki, öyle beyaz,
Renk bilgisiyle anlatılamaz
Sanki çok oldu onu yitireli

Yeni bir günün tazeliğine benzerdi.

Yerine koyamadım verdiği huzuru.

Anısı sürdü yaz boyu

Yerine koyamadım kalabalık kentlerde
Hüzne değdi de elim bulamadım
Yitirdiğim erinci, bir sevinç buğusuydu
Bütün bir yaz göl ile kuğu

Sevimli devinimleriyle kaldı hep
Belleğimde uzun boynu






Göl ile kuğu XXVII



gölün üstünde yüzen ne var
o beyaz kuğu, nilüferler, hiç deniz
görmemiş küçük suyun yüzeyi
yapraklarla dolu

benim gördüğüm kuğu değil hüzün
zarif, ince, otun kuşun ağacın
gördüğü, tedirginliği geçen
önümden yürüyen yağmura

geyikleri yok gölün, belki tükenmiş
balığı, kuğusu beslemiş hüznü.
nişancıdır hüzün her zaman
niye saklamalı yağmurdan

yağmuru sevgiyi beklemeler ki
öyle bir hüzündür geçen
niye saklamalı gözün gördüğünü
uzun otlardan







Göl ile kuğu XXVIII



Kocaman bir şakaydı, yoktu kuğu gölde
Belki de hiç olmamıştı dirseğime değen boynu
Çift süren bir yıldızdı başımın üstünde
Kuğusuz göldü gördüğüm belki

Kocaman bir aydı otelin penceresinde oturan
Gölün parıltısı ondandı
Aşağı inip otel kâtibine gösterdim
Çift süren yıldızı
Dağ köylerine gitmiştir belki, dedi
Görmeye alıştığımız o beyaz kuğu

Kuğu bir alışkanlık mıydı, belki
Oydu dengeleyen doğanın düzenini
Gerçekte varlığı kocaman bir şakaydı
Yaşamamışlığımızdı böyle bir şakayı
Kuğu bir nokta koydu yokluğumuza






Göl ile kuğu XXIX



İncecik yağmur yağıyor göle
Yağmurda yürüyor, yürürken şemsiyemi açıyorum
Yağmur hoşgeldin göle ormana düzlüğe
Karşı dağlar başkaldıran dağlar mıydı
Yağmur altında salkımsöğütler, salkım saçak kederim
Ölçüye sığmaz göklerin hüznü
Gölün beyaz kuğusu, beyaz boynu

Günü ağartan yağmur ince ince yağıyor
Karşılıksız aşklara, göle ve ota
Şaşırtan parmakları eksilmiş eğreltiotlarına
Beyaza, süregiden rüzgâra

Gece gündüz otelle göl arasında gök
Duruydu hep, karşı dağlar bulutlu
Bugün ince ince yağmur yağıyor

Yağmurun içinde sonsuzdur kuğu






Göl ile kuğu XXX



Kuğu ne biliyor kurdun öldüğünü?
Dağda değil düzde, göl kenarında
Kuğuyla kim yaşamış o büyük serüveni
Yurdunun denizlerinde, toprağında, taşında
Kavaklar, yalın salkımsöğütler, vişne ağaçları
Titrerken rüzgârda, olağanüstü güzellikteki kuğu
Beyazlar giyinmiş yeryüzü gelini
Savaş görmemiş, sürgünü bilmez
Bu dağ gölünde, şu kavaklardan ötede
Ne yapar, kim biliyor?

Cehennemî sayrılıktan sonra geldiğim
Bu dağ oteli, bu beyaz kuğu
Bilmiyor geri dönmeyeceğimi.
Bilmiyorum, ölür müyüm kalır mıyım
Büyük şiirini yazmadan Göl ile Kuğu’nun
Saf dizelerini, bakarak sessizliğine eğreltiotunun

Bilmiyorum, dokunmak yeter mi dünyaya?
Bir başıma kaldığımda ferahlıyorum
Düşünüp kurdun öldüğünü























Lirik şiirler, liedler







































Var, ya olmasalar



Olmasalar, göl ırmak deniz kara
Olmasalar, bitki hayvan dağ ova
Arada, özlenirsin
Vapur tren uçak olmasalar

Olmasalar, kimler mi, yeryüzü işçileri
Dokumasalar türlü kumaşı
Ne giyerdiniz her mevsim.
Kuşlar ağaçlar olmasalar
Olmasa gölgelerin serinliği
Haliniz ne olurdu ey insanoğlu

Olmasa bir salyangoz
Gök bitişir mi başka gökle

Olmasan rüzgârın yönü
Göğün ışığı görülür mü





Var, ya olmasalar II



Bir sese doğru yürüyen ormanlarımız var
Dağlarımız var anımsatır
Bir bulup bir yitirdiğimiz geyiği
Olağanüstü boyutta

Siz olsanız ne yaparsınız
Sis içinde dağları, upuzun ırmakları
Görünür görünmez varlıkları, kokuları.

Peki siz bu kadar mısınız
Ya yerin altındasınızdır kömür için
Ya yerin üstünde fabrikalarda
Olağanüstü güzellikleriniz var
Çocuklar kuşlar atlar akar
Ellerinizden

Gök kadar geniş kalplerinizde
Kesilmiş ağaçların sızısı var

Bir sese doğru yürüdüğünde orman
Orman olacaktır, bunu biliyorsunuz
Sessizce, göl kadar saygın
Karşı dağlar sevince duracaktır






Ona söyledim


Ona söyledim Akdenizli bir şair olduğumu
Işıltılı gecelerde şiir yazdığımı
Denize balığa kuşa ağaca.
Sesimin duyulmadığı kara parçalarında
Yağmura çıktığımı sabaha kadar
Binlerce kanat sesinin içime yerleştiğini
Binlerce yaprağın ürperip titrediğini
Ona söyledim

Ona söyledim yaz geceleri büyüdüğünü
İçimdeki sınırsız göklerin, limonlukların,
Akdenizli şairlerin şiirlerinin bir de,
Bir de Mersin göklerinin yıldızlı yıldızsız.
Bir ışımadır Akdeniz
Bir ışımadır Türkçe şiir
Köpük rengi
Ona söyledim içimde büyüdüğünü

Ona söyledim ayrıcalığını bölgenin
İşte o büyük bitki örtüsü
İşte büyük insanlık havzası
Gördüm de menekşenin uyamadığını geceleri
Gördüm de taşın taşa seslendiğini
Yavaş yavaş ona benzedim






Başka yerde



Yıllar yıpratıyor belli ki
Özenle kurduğun dizeleri ey şair
Ta derinlerde olmalıydı
Ya denizi önüne çekip konuşmalıydı
Ya karalardan ses vermeliydi

Şimdi kim anımsıyor uygarlık kıyılarını
Bütün Akdeniz’i dolaşsa da
Aslanağızlı çeşmeler
Çeşmeler çeşmeler çeşmeler

Sokaklar yıpratıyor belli ki
İnsan yüzlerini, saçlar ağarıyor zamanla,
Diyelim ki ruhunu parlatıyor
Pasajlar, resim galerileri, bulvarlar

Bir eski zaman terzisidir şair de
Kısacık süren çocukluğunun sokağı
İyi anımsar ahşap evleri

Değil, bir kıyı parçası değil
Bütün kara parçaları sızmıştır
Özenle kurduğun şiirinin sözcüklerine
Bakarsın duyarım müziğini
Ya İskenderiye’den ya Kudüs’ten






Yaşamak



Ben bir uzun yola çıktım, uzun
Bir bayram olacak
Bu Akdeniz kenti
Bayram yerine dönecek kalbimde

Kim tasarlayabilir bir bakışta buluttan
Rengarenk elbiseler çıkarmayı
Hangi terzi
Gelsin

Anlatıyorum işte
Yaşamak belki de dans etmektir
Dalgalarla denizde
Ya koşuya katılmaya ne dersin
Ya ağaç dikmeye

Anlıyorum
Bu kent bencil yaptı seni, kibirli,
Unutmuşsun paylaşmayı her şeyi
Sözgelimi bir elmayı, bir şiiri,
Bayramın esenliğini, belleğin bilgeliğini
Yok yok yok, görmüyorsun
Bir atsineği girmiş gözüne
Yine de iyi ki varsın
Varlığımı anlıyorum seninle

Kırlangıçlar geçiyor, geçsin
Gökyüzüne bir eğri çiziyorlar
Çizsinler
Mutsuzluğu yendiğimiz günlerdir
Bayramlar, bir çift kunduranın sevinci
Değer yüzyılın tavanına
Şık giysilerini giyerken Mersin





Olağanüstü gün



İçimdeki Akdeniz var ya biliyor musun
Binlerce yıldan beri var
Bir bakışta bütün bitki örtüsü
Anlıyorum ki örtüyor üstünü
İyice yıpranmış ruhumun

Yele veriyorum ceylan sürülerimi
Atların uzun kuyruklarını düğümlüyorum
Kim miyim ben?
Akdeniz’i kuş kanadında dolaşan biri
Gök alışkanlığı olan biri

İki güzel genç kızla tanışıyorum bugün
İnci ile Nur
İki ayrı parıltı
İki ayrı su
Akdeniz yakışıyor onlara

Kim miyim ben? Yıldızların çobanı,
Dolaşırken içimde yalınayak rüzgâr,
İnip usul usul şenlik ateşlerine,
Tutuşturuyorum iki güzel genç kız için
Bu şiiri






Saat ikindiye doğru



Her şeyi öylece bıraktım
Bir bardak suyu, yaprakları kıvrılmış kitabı,
Yazdığım yarım kalan şiiri
Isısını apaçık hissettiğim şiiri
Saat ikindiye doğru – güzeldir ikindiler –
Gittim geldim kirazlı sokağı
Gittim geldim koca denizi
Bir ferahlık olur diye

Sahilde balıkçılar, lüfer levrek
Göğü geçen serçeler

Sonra ne oldu anlatayım
Göğe baktım Toroslar’ı gördüm
Ferahladım
Denize yürüdüm kıyıdan
Başımın üstünde yorgun bir bulut
Düzgün, ağırbaşlı bir bulut
Yağmur olmaya hazırlanıyordu

Sonra ne oldu döndüm yalnızlığıma
Saati sordum Naz’a
Ben, yani hiç kimse
Benim değildi bu olur olmaz sevinç de
Bu hüzün birikintileri de







Som gece liedleri


I

Uyuduğum söylenir o dağı
Denizi
Ayaklarımın dibine çektiğim

II

Bunlar yusyuvarlak köşelerdir
Saatten saate değişir
Yaralı aşk sözleri

III

Çıdam, hoşgörü
İnsan soyunun en kuytu yeridir
Ben şimdi o hâldeyim
Çok düşünceli, biraz serseri

IV

Ben şimdi kimin belleğiyim,
Dağın mı denizin mi?
Deniz dediğim birdenbire Akdeniz
Som gecede uyumadığı söylenir

Ama som gece upuzun
Sevişmeyle yıkılmış geyiktir






Lirik şiirlerden



Gök şapkasını çıkarıp giriyor
Koya, gözlerim yuvalarından
Fırlayacak nerdeyse.
Bakir şiirler yazmalıyım gök için
Parmak uçlarım yanıyor
Böyle olur hep
Bir şiire başlarken

Biliyorum, taneleniyor söz ağzımda
Kırk boğum akrep ağusu
Ama yazmalıyım işte kırımı
Kendi boğuntusuna yenilen

Parmak uçlarımda lirik şiirler
Denize geç kalan balığı sezişler,
Serçeler, ağaçlar kıyıda hep
Kürtler hep parkta, Yahudiler
Varoluşun yanlışı hep

Ah, Anadolu, Yunus Türkçesi hep
Çıdamlı kandil, hikmet burcunda şair,
Tülbentlerden süzülen acı
Moğol yağması, Süryani gözü.
Konuşuyorum işte imge deryasından
Ah, işte, taneleniyor inci






Yaz ikindisi



Görüyor musun ışın demetlerini
Akşam inerken koca ovaya
Kuşlar diyorum gökyüzünü
Gergefte işleyen kuşlar
Nerdeler şimdi? Bir kıymık,
Bir külçeyim onlarsız ben

Duydun mu Naz seslerini kuşların
Hışırtısını kuru yaprakların
Nar’ın çatlayan sesini.
Taşların gediğinde bir akrep
Rüzgârın çıngırağına yürümeye yelteniyor

Bilmem ki ne demeli yaz ikindisine
Belki diyorum yırtılmıştır beyaz
Gömleğim bahçede
Böyle yırtık gömlekle nasılım?

Atlar diyorum ovadaki atlar
Getirirler mi rüzgârı bahçeye
Yetmiyor hiçbir şey, içim daralıyor,
Kuytularda
Bu ağırlaşan kirpikler benim mi?






Nal çivisi



Baktım da gördüm balkıyan nal çivisini
Demek ki bir at geçmiş buradan
Kim bilir ne zaman
Ezilmiştir uzun otlar

Elimde güz sayısı çıkmış bir dergi
Geldim de gördüm nal çivisini
Eğilip aldım otlar arasından
Isınmış güneşte gün boyu

Parlayan ne? Bir ‘hiç’ öğle sıcağında
Bir atın dörtnala giderken düşürdüğü
Ezip geçtiği otların arasında
Kalmış öyle atın acısı da

Bir nal çivisi kadar değilim
Alıştım da buna, ivedi durdum
Türkçenin yokluk kapısına






Maviye çalışıyor gök



Bir adam denizin kıyısında
Çekmiş ayaklarının dibine denizi
Konuşuyor: “Bir hamakta salınıyor bulut.
Kuşlar yoruluyor uçmaktan.
Işığın erinci insanoğluna”

Bir adam ışık içinde duruyor
Denizin ruhu gibi ruhu, dalgalı,
Bitimsiz sözleri som gümüş
Bilgelerin sözlerini anımsatıyor

Göğün hamağı, faytonu dolup taşıyor
Doğa şen bugün, maviye çalışıyor gök
Koşsak koşsak kente doğru
Birdenbire Yannis Ritsos

Her köşe başında sümbül
Okunmamış dergi hışırtısı
Galeriler bir yelpaze gibi açılıyor
Mevsimlere






Annem



Bir güvercindi annem
Ahşap evin serin avlusunda

Ayak bilekleri ak, topukları düz,
Öldüğünde ılıktı süt kesiği bedeni

O gün yitirdi rüzgâr ayakkabısını
Kapının önünde çıkardığı
Bir terlik verdik ayağına
Dua edildi

Annem güleç bir sabahtı uyandığımda
Parmaklarının ışığıyla hazırlardı kahvaltıyı
Haylaz tin, denizin köpüğü,
Bendim tek dişlediği elma

Kuş olup uçmak da vardı ya
Susunca çoğalmaya başladı annem
Parmak uçlarından








Sabahın ucu



Bu balkon Akdeniz’i görüyor ya
Çiçeğe duruyor ya gece Naz
Ece diyorum dolan sarnıca
Ece yıldızlar, esrik gök, samanyolu
Ece yırtılan söz, kâğıt fener

Neye yarıyor gece deniz, yıldızlar,
Çılgın gök?
Akdeniz’desiniz ya
Dünyanın damı burası

Uzun otların çıkardığı
Rüzgârın kovaladığı ses
Bir dil verildi onlara
Bengi sulara, yıldızlara, denize

Gelin palmiyeler, soluk pencereler,
Tırtıla yürüyen yaprak,
Gelin ivedi, ışıldıyor
Sabahın ucu







Anadolu



Aramayın beni bitki köklerinde
Mezar taşlarında
İşlemeli havlulardayım –
Serçe uçuşlarında
Zeytin nar incir ağaçlarında

Şiirlerimi aramayın ceylan derilerinde
Papirüslerde, kırık taşlarda
Sessiz gök ya da koparılmış çığlıktı onlar -
İşte atıyorum denize

Tamam, karşı dağlar Toroslar
Likya Mezopotamya Hitit Frigya
Çözüldüm kardeşliğiniz karşısında
Hışırdayan göğüne karıştım
Ey Anadolu!






Büyülü Ece



Bu deniz seni ister hepimizden çok
Bu rüzgâr giysilerinle oynar
Okaliptüsler, palmiyeler, portakal ağaçları
Hepimizi görür bile isteye
Fırtınalıdır biraz öğle sonları
Biraz durgun akşamüzeri

Varlığı sorgular doğa
Yokluğu yadsır dolanınca dağları
Başka yerdedir, belki yeryüzünün damında,
Belki denizde balık olmaya hazırlanır
Ya bir sabah ya bir akşam
Görünmeden gelir bazen işyerinize

Sen öyle varsın ki o kadar olur
Dirseğinde Hitit dövmeleri
Parmaklarında gümüş yüzükler
Osun belki hepimizi gören
O büyülü Ece, emeğin gücü
Büyük gürültüler arasında yiten

Bir ses olup gitmek de var ya
Seçiyorsun yeryüzü kardeşliğini
Sen öyle varsın ki eşitliyorsun
İnsan soyunu, otu, ağacı, denizi,
Yalın, ince, sese benzer bir düzlemde







Mekik



İskelede bir kedi sabahı uyandırıyor. Işığın taze
saatleri, sandallar titriyor. Gemiler uzak kıyıları
özlüyor. Bakışımsız gök. Ezber bozacak kadar
yıldızsız kendine ben. Ulaksız.

Karşı damın üzerinde hiçlik salıncağı. Kılıcı
Pars’ın. İnmeye hazır.

Bir kuş yırtıp geçiyor sımsıkı göğü. Opera binası
gökçe sesler üretmeye hazırlanıyor. Düğmelerini
ilikliyor ve şapka çıkarıyor bir adam meydana
yığılan yanık kütüklere.

İskelede bu sabah balık sesi
boşalan çıkrık kuş sesi







Umarsız



Denize bakınca atlar suya iniyor. Bir serçe
boydan boya geçiyor kıyıyı. Görüyorum,
göğü eksilterek uçuyor külrengi kuşlar.
Düşen iğne parlıyor ışığın içinde. Görüyorum,
bir parça bulut kayalar üzerinde Ş harfi gibi
duruyor.

Dünyanın bütün kıyılarında duruyorum. Gök
hep aynı. Yalnızlığın büyük otağı. Eskiyor
dünyanın Yörük yüzü. Göçebe çan, yürüyor
yokluk divanına.

Parlayan iğne. Kat kat açılan kaya. Deniz.
İşliyor mekik bildik havasında
Kuşçular da var kapalı kutu
Gökbilimci hepsi damlarda

Görüyorum, bir Barak havasındasınız. Umarsız.
Ovup duruyorum, çıkmıyor gökyüzünden
Yalnızlığınızın lekesi






Alışkanlık belki



Koşup gelen sokağı dönüyorum: Menekşe ya da
sardunya. Duvara tırmanan sarmaşık. Kısık sesli
ışık doluyor sokağa. Çocuklar çığlık çığlık.
Çekiyor beni iki yanı duvarlı saf bahçe. Öyle,
kendiliğinden ayak sürüyorum, kalın kabuklarına
neşeli doğanın. Ben, ikizi kuşun, göğsü kırmızı.

Ben buraya bahçenin tarihini okumaya
gelmiştim. Akdeniz doğumlu, ince
bir Türkçeden. Yeni kurtuldum sayrılıktan.
Ey tespih böceği, ey dalgın kuşlar. Derin
düşler ve Tibet. Adlandıramadığım şeyler.

Sözgelimi;

Ben, Ahmet Ada, denize yakın hevesi taşıran
ıssızlaşan dünyaya. Adlandıramıyorum
köklerimi hüzün ve sevinçten. Tanıyor
beni bahçe. Gök alışkanlığı belki kocaman
açışım da gözlerimi.







“Çıdam” belki



Rüzgârın çanları iniyor söğütlü sokağın ucundan
Yaz çiçekleriyle pencereler uyanıp geriniyor.
Taş yapının önünde borular, trampetler çırpınıp
dövünmeye hazırlar. Meydanın kuşları
curnataları gözlüyor.

Zambağın zambağa söylediği yerinden oynayan
taştır. Biliyorum – kulak kabartıyorsun her
kımıltıya. “Kent” diyorsun “benziyor gün
geçtikçe yakası yırtık denize”

Sabah, sokağın kuşları çöplenmeye hazırlanıyor.
Kabuğunu çatlatıyor dilindeki sözcük: “Çıdam”
belki. Meydanda kalsan billur bir vakte akıyor
gökyüzü. Palmiyeler göz eriminde güneşe
çalışıyor. Ağaçların üzerinde titriyor kalbin.
Birden yitiyor içindeki gömü. Yazı başlatan curnata
dağılıyor. Gökkuzgun oluyorsun kendine






Sesim ipeğe dokunuyor



Işıktan yapılmış yontu. Yağmur sonrası
parkın ortasında görünmeden duruyor. Dünyayı
konuşuyoruz yorgun sözcüklerle. Yontuyla
ben. Gelmeyen barıştan. Sonra, evlerinden
sessiz sedasız götürülenlerden bir sabah
erkenden.

Ey deniz kıyıları, ey uçuklayan dudaklar!
Barış istiyorsak kendimiz için istiyoruz
Göçersek bir yere kendimiz için.
Yoksullaşıyoruz, susuyoruz

Ey ışığı emen yontu. Nasılsın?
1 Eylül 2010 kuşların gölgesinde geçiyor,
toprakta karınca şöleni, bayraklar flamalar
dalgalanıyor iskelenin orada

Acı
içinden geçiyor ağacın uykusu. Sessizliği
bozan kanat çırpışlar sonsuz sayıda,
Yontuyla konuşuyoruz.
Sesim ipeğe dokunuyor






Sesler



Şimdi bir nehir kavuşur denize
Kalbimin doğusu ışıldar
Çilli bir yağmur yağar
Yıkarım yüzümü yağmurda

Yüzyıllar geçer ılık bir rüzgârın içinden
Sürer gider dağlarda değişme
İleri geri şaşırtıcı sıçramalarla
Benliğime doğru yürür denizben

Bir dalgakıran köpük içinde kalır
Bir ağaç terler, besbelli yazdır
Ulaşayım derim ayaklarım geri gider
İçimde koca bir kış vardır

Ormanı dinlerim, doğanın belleğidir
Açılmış çevre, kayalıklar, bahçe,
Ulaşmak isterim güz gelmeden
Öyle yitik yaşamaktansa
Kuş yeniği günleri kendiliğinden





Denize doğru



Ben değilim ki yağmur kokan sokakları geçen
Sığ suları bırakıp denize doğru
Alanları caddeleri bırakıp denize doğru
Akşamsa akşam denize doğru koşan

Çakıl taşları, ısınmış zaman
Portakal ağaçları, okaliptüsler,
Bir soluk alalım denize var daha
Deniz diyorlar ya aldanmayın
Bunun balığı var, midyesi, yıldızı,
Dünya bilgesi balıkçısı var
Gemisi var fırtınaya tutulan

Ben değilim ki sandala koşan
Ürkek bir zaman, kıyılar,
Kumda unutulan kanatlar

Her şey denize doğru konuşmalar bile
Bakmalar, o hepsinden önce
Yeni açmış yapraklar,
Denize doğru ne varsa

Akşamsa akşam, o kadar





Üç köpek geceye havladı



İğne yapraklı gün. Yıllardır boş testi.
Kurumuş, tozlu. Sessiz avlu. Taşlar
derin sessizliğin tanığı

Örümcek örmüş giriş kapısını
Sarnıç kapağı yosundan

Vişne çürüğü bir leke düştü gömleğime
Büyüdü. yayıldı,
Kırmızı bir at biçimini aldı.
Babamın vardı, sattı

Yıllardır bakımsız avlu. Gök boş.
Uzaklara bakardı babam, eşikten.
Kapalı kaldı kapı, kapanınca gözleri

Tükenince tazecik ümit
Kanatlandı

Gece indi. Kalakaldım eski evin avlusunda,
düşünceler içinde

Üç köpek geceye havladı






Geyik II



Gökdelenlerin gölgesinde geyik. Güneş girmiş
gözlerine. Kalabalık caddelerde yürüyor, şaşkın.
Sağında solunda oflayıp puflayan arabalar.
Araba sürücülerinin dört köşe yüzleri. Bakıyorlar
geyiğe, bakar gibi kübik bir resme.

asfalt yolda yavrusuz geyik
metal seslerden ürkek
sekiz hece adımları
bir kalyona giriyor sanki
salına salına

durup bakıyor orospusu pezevengi iyi insanı
yokluğa, olmayana
ulaşayım istiyorlar ama olmuyor
geyik kadar yok boynuzları






Panayır



Yeşil kırmızı mavi göl sevinci. Uzayıp giderdi
göl kenarına kurulan panayır. Hokkabazı gözboyacısı
atlı karıncası çadır tiyatrosu çingenepembesi hünerli
atları. Panayır, gövdesine girdiğim çocuktu. Ses
şenliği, ışık ağırlığıydı, uzun.

içimdeki cambazın hüzünlü yüzü
düşerdi direkler arasına
delikli bozuk paralar verirdi babam
giderdim – uzun yaza teyelli
mahallenin çocuklarıyla cambaza

beni mi sordunuz? anlatayım
elmalar yuvarlanırdı önüm sıra
aklımı bozardım panayırla

aç aç çadırı kızlar çiçeğiydi
külhan şarkılar çiçeğiydi kızlar
avlanan cinselliğimiz – ah –
ya dünya, kavisli kalça
çadır direklerinin gölgesinde

sonrası yaz yağmuru dizginsiz atlar







Çömlek



Isınan çömlek bahçede, kocaman. Bir kamyonla
getirilmiş Ürgüp’ten. Eğri duruyor. – Rüzgâr
topluyor denizden. Fesleğen kokuyor rüzgâr.
Çömleğin büyücek ağzı denize bakıyor. Kulpunu
kırmışlar. Acı içinde kıvranıyor, yıllardır.

Dünya akıyor parmak uçlarından. Sesler,
göğün arılığı. Kuşların gölgeleri.

Fesleğen çevrili bir parça toprağa nane, tere,
maydanoz ekmişler. Bir bisiklet dayalı göğe.
Bahçe hortumu derviş edasıyla
kıvrılmış.

Bıldır tanığı olmuş çömlek
Bahçeyi talan eden gergedana
Kaldırılmış bacağı kırık sandalyeler
Her nesne yerli yerinde
Acı içinde kıvranan çömlek de
Denize bakıyor yine








Mersin’de gece



Mersin’de gece yıldızlardan geçilmiyor. Konuşuyoruz bir balkondan bir balkona: “Nasılsınız?” diyor komşu. Okyanus büyüklüğünde, gök genişliğinde bir sayrılıktan çarpışarak çıktığımı biliyor: ‘İyiyim” diyorum “Ya siz”. Kokular, adsız çiçekler, yalnız ağaçlar, hastane yemekleri, serum şişeleri, takma dişlerini bardağa koyan yaşlı hastalar, kemikleri görülen saçları dökülmüş küçücük çocukların gözleri, hepsi, ama hepsi gecenin sularına karışıyor.

Kükürt rengi duvarlar, sidik kokusu dövüyor örümcek ağlarını. Bastonuna dayanmış yaşlı bir kadın kemik atıyor. İçimdeki aynalar kırılıyor gece olunca. Beni görünce kemik atan kadın utanıyor.
Yokluğun sesi, hiçliğin uçurumunu dolduruyor. Pazartesi doktor heyeti, dikiş yerine bakmalar. Çıkmak bu iğrenç karabasandan. Çık çıkabilirsen denizin sesine, gölgelerine salkımsöğüdün.

Ummandı evet sağrısı gecenin. Yıldızları yapayalnız. Kuğu boyunlu
bir kız sarkıyor karşı balkondan







Denize başlangıç


rüzgârı esenleyen ot, yüksükotu
ağacın çağrısına uyup kopup geliyor
denize bakmaya uzun uzun

öğle güneşinde zeytin ağaçlarının
bütün koyları dolaştığını biliyorsun

uçmaya hazırlanıyor yakın koya doğru
parmak ucundan bir ardıç kuşu

çok çiçekli pencereler, kuş dolu çatılar
öğle güneşinde ısınıyor

şu gök var ya diyorsun o da ısınıyor
balık havada kuş suda
yorulmak nedir bilmiyor

denize başlangıç da derindir diyorsun
görünmese de dibi
güzeldir renk değiştirmesi
meduzanın balığın yosunun

yetim söz! çalışıyorsun hep denize
derinleşerek günden güne








Dilekçe



Öyle
Tarlada biz, fabrikada biz. Yeğiniz.
Kol kanat gererken için için sevdiklerimize.
Ağırız denizi iten her ele.
Denir mi buna yılgınız?

Kim demiş yılgınız? Hayır değiliz. Ardımızdan kim bakar?
Dikenlidir yol. Bakmalar yolu. Bir çift elâ göz. Ürperten
sürgünlük. Değilse varoluşun hapsi. Deniz yürür, yol geçeriz.
Mevsimlik değiliz. Öfkemiz yerle bir eder göğü. Tozu, küfü,
duvarı. Ve akar gideriz raylardan. Yırtılır gök, yağmur, şimşek.
Yeşil kısrağı kabarır, şahlanır denizin. Pusar silah tacirleri.
Kan susar. Bayrakları flamaları dalgalanır
özgürlüğün. Atlar oradadır, ovada.

Gelsinler üstümüze üstümüze,
Ey her şeylerini parayla değiştirenler!
Biz menekşenin sapı oluruz
Kokarız yeryüzüne. İnsanlık kalır
kalırsa denize verdiğimiz dilekçeden






Kırlangıçlar nereye gitti



Pulları zarflara yapıştır, zarfları pula
Bir umuttur mektup denize bırakılan
Bir şişe içinde Akdeniz kıyılarından
Yanıtsız kalmaz, yas tutmaz
Bütün yüreğiyle açılır sevdiklerimize

Dünya incir ağaçlarının gölgesi değildir
Koca Akdeniz Halikarnas’ın gözleridir
Uyku tutmaz yıldızlardan
Yitik koylardan seçilir arıkuşu

Durup dinle seher vaktinin sesini
Ağustostan eylüle akarken gökyüzü
Bir elma parlaklığında gökyüzü
Peki, kırlangıçlar nereye gitti, sokaklar boş,
Mersin, serseri denizim benim

Yaşarım öyle külhan öyle sıkıntıyla
Yüreğim daralır varoluş kaygısıyla
Duraklarda pasajlarda otellerde
Tedirgin bir halde öyle eskirim

Mersin, serseri denizim benim







Öyledir



Git gel Atina İskenderiye Mersin Beyrut. Vakitlerden Akdeniz.
Benim göğümdür. Ay geçer, güneş geçer. Parıltısı gözün yasemin
kokan sokaklardan geçer. Ateş böceği, arıkuşu, ardıç kuşu,
sürüler halinde leylekler geçer. Bir kurumuş ağaçta yeşerir
yaprak.

Mezopotamya, Ortadoğu. Kanıdır tarihin, geçer kiliseler camiler
manastırlar. Bir köpek geçer, bir sümbül. Çay bahçeleri geçer,
hahamlar, ortaçağ resimleri. Bir genç kızın yüzü kanar, karaşın.
Bir çocuk düşer. Bir tank ilerler, geçer, acıdır ki. Tel örgüler,
hapishaneler, biçilmiş ekinlerin kokusunu getiren rüzgâr geçer.

Sürgün bir Süryani, dışarıdadır
Bırakıp gittiği çorak toprağı özler

Öyle hüzünlüdür ki annelerin yüzleri
Her sonbaharda solgun kuşlar geçer







Şimşek



Bir şimşek parıltısını düşürüyor denize. Bir balıkçıl çıdamla
avını kolluyor. Çadırımı kuruyorum göğe. Oltamı alıp denize
atıyorum. Yağmur çiseliyor. Bir rüzgâr yağmurluğumu çekiştiriyor.
Bir an ben, ben değilim, bir başkasıyım. Güneş kırıntıları içindeki gövdemi görüyorum. Doldurduğum boşluğu denizle gök
arasında.

Bir bilen olur belki, çiseleyen yağmurun uykusuzluğunu.
Gelip dalgalara yaslanan, kayalara dokunan yağmurun.
Burası Akdeniz, başka yağmur bilmeyiz.

İstasyon orada duruyor, kentin içinde. Tarsus Yenice Adana orada.
Mavi balık kovası su dolu. Yanımda duruyor. Yağmur beni gözlüyor. Şimşek, bir adım önümde. İşittiniz, işitmediniz göğün müziğini. Benziyor yağmur giyinmiş genç kıza.

Gök yanılıyor, şimşekle övünüyorum.

Göğün müziği kısa yalnızlık uzun
Kıyısında denizin








Dirmit



“Üzüm almaya mı geldin? Şu dirmit, şu gül üzümü.Adalardan getirttik” diyor manav. Bağ bahçe gibi gülümsüyor. Bağ çubukları, kesekli toprak. Taşlı, kayraklı sözcükler birden düğümleniyor
dilinde. Çok oluyor bağ evine gitmeyeli. Cırcır böceğinin söylediği
şiir kulağında. Zeytin çekirdekleri, testi, rüzgârın çanı orada
duruyor. Yıldızlı göğün kapısı kapalı.

“Dirmit olsun” diyor. “İki kilo.” Gözünün önüne geliyor çenesini
bağladığı babaannesi. “Çok severdi dirmiti sağlığında, sayrılığı değişmez bir sessizlikti. Ölürken gülümsemişti, gümüşten.”

Birden uzaklaşıyor babaannenin yüzü
Sokak köşesi. Manava sarkıtılan sepetler.
Kırlangıç sürüsü. Ağaçlar yürüyor.
Akşam oluyor, ter içinde kavaklar

İçi sıkılıyor. Bir deniz parçası olsa ferahlar.






Arada kalan



Varsa var bir başlangıç, soran mı var
Engebeli bir hayatın sonunda
Endişeli bir işin başında
Bir aşkın vardır başlangıcı
Parmakla sayılmayan aylar gelir
Geçer içinden, içine akar sesi
Gözleri sözleri gecelerinde kalır

Vardır mutsuzluğu da her aşkın
Acıyla anlatılır. Bu nasılsa böyledir
Günlerden sonra derinliği kalır
Masaya konulan gül derinliği
Yan yana gelindiğinde anımsanır

Vay ki vay, gül sesleri arasında
Acıyla da sevinçle de anlatılır
Yaz çabuk geçer yaşlılıkta
Aşk çabuk geçer
Üç kış geçer üstünden
Arada kuşlar kalır






Gördüklerimden başka


O kadar saydam değil deniz
Kıyıda köpüklerle oynayan şu çocuk kadar
Deniz kabukları, taşlar kadar
Yuvarlak, sivri, beyaz

Şimdi daha açık seçik görülüyor
Kuşların toplandığı, bulutların dağıldığı
Bütün sahil kesinlikle berrak
Ama deniz o kadar değil

Bu gördüklerim hafif uçarı çiçeklerdir
Okaliptüs, iğne yapraklı çamlardır
Sahil boyunca taşlar kadar neşelidirler
Gördüklerimden başka değildirler

Şu çocuk var ya arkası koca boşluk
Hafifçe eğik şapkası değirmi
Görüntüsü dupduru gökyüzü
Bozacak rüzgâr şapkasının eğimini

Geçen zaman değil rüzgârdır
İşitirim bütün sahili yalınayak dolaştığımda
Hissederim, mutlu olurum yaşadığıma
Görünmez biri olsam da






Başlangıç



Bu şiirler yüreğine ulaşsın diyedir
Bu şiirler beyaz yalanlara karşı dursun diyedir
Bu şiirler sevgilim dünyadan taburcu olmasın diyedir
Bu şiirler bir nehir gibi akıp gitsin diyedir
Bu şiirler zarif kızların yüreği çiçeklensin diyedir
Bu şiirler uçup giden kuşlar var diyedir
Bu şiirler denize önsöz diyedir
Bu şiirler ölüm var diyedir
Bu şiirler dirim var diyedir
Bu şiirler paçavralar içinde çocuklar var diyedir
Bu şiirler seven iki insan var diyedir
Bu şiirler sevilen kadınlar var diyedir
Bu şiirler kumda tuz zerreleri var diyedir
Bu şiirler kanda derinin zarı var diyedir
Bu şiirler görünmeyeni göstersin diyedir
Bu şiirler görünenin hepsi bu değildir diyedir
Bu şiirler zambaklar bulutlar sümbüller var diyedir
Bu şiirler insan şapkasının altında uyuyabilsin diyedir
Bu şiirler pencereler yeni bir güne açılabilsin diyedir
Bu şiirler insan daha özgür olabilsin diyedir
Bu şiirler mısır püskülü saçlı kız bana bakıyor diyedir
Bu şiirler omzuma yaslanan yalnızlık diyedir
Bu şiirler çok yağmurlu kentler var diyedir
O kentlerin sinemaları, buluşma saatleri var diyedir






Sonuç



Terekesi açıldı: İçinden rüzgâr geçen şiir çıktı
Terekesi açıldı: Mekânı Mersin
Ruhunun gezindiği sonuç noktası Akdeniz
Çatlaklar bırakmış belleğinde
Kökleri Toroslar’a uzanan kocaman ağaçlar
Kuşlar harfler sayılar sonra doğa
Işık yılı güneş yılı çöl yılı
Geyik yılı deniz yılı terazi yılı
İçinde boğulduğu kentin iskeleti
Ilgımlar bırakmış belleğine, dönüşü yok ölümün,
Testiden içmenin, yıldızları seyretmenin
Zeytinlibahçe’den geçemezsin bir kere daha
Sonuç, ölüsün

Kent bozar, bozdu kavga gürültü
Kapısında nal asılı evler yok artık
Fayton sesi yok, kırlangıçlar yok

Uykuların bölünürdü bu kentte sevdiğin kız için
Kuruçeşme’den denize doğru koşardı atlar
Atları severdin at terinin kokusunu
Göğe yükselirdi yaz sıcağında
Rüzgâr hep gençti, dağıtırdı
Leylaklara sümbüllere karışmış kokuları

Terekesinin açıldığını duyan akrabaları koşuştular
İçinden azık torbası, esenlik ve rüzgâr çıktı







Yanlış sorular



I

Rüzgâr mıdır seslenen beyaz sesiyle
yasemin kokan geceye?

II

Turnalar mı geçiyor kirazlı sokaktan,
bu telaş niye?

III

Kör Yusuf baharat dükkânını mı açıyor
nedir bu koku, caddeye yayılan?

IV

Denizin merdivenlerindeki kimdir
tütün içen sabahın bu ilk saatlerinde?

V

Deniz midir yaşlanan balıkçılar mı
çağırırken ırıplardan balıklar?

VI

Günlerden pazar, nasıl da esiyor -
Rüzgârın örselediği kuşlar mıdır?

VII

Uyuyorum uyanıyorum denizin sesi,
beni mi çağırıyor engin koynuna?


VIII

Ey yücegönüllü doğa, ey yaşsız deniz!
Kırılan ne, incinen kim kutlu gecede?

IX

Ekmek kesen ellerin midir Naz,
Çocuk sesleri midir sessizliği bölen?

X

Rüzgâr dolaşıyor bütün sokakları,
o mudur kovalayan çiçekleri de?






Çadırımı göğe kuruyorum



Ufak tefek sevincimi götürüyor denize
Güneş sıvalı gün, kuş cıvıltıları,
Koyda tekneler, uykusuz zeytin ağaçları
Yaz çıngırakları sevincime benziyor

Taşın sevinci ısınan taşa belli ki
Rüzgârınki yazın geldiğine
Benimki bahçe kapısından bakan
Köpeğe, köpeğin ‘Hişt’ sesine irkilişine

Tutmaya çalışıyorum rüzgârı
Ben olduğuma inanmak istiyorum
Umarsız güneşte ısınan koy
İzin vermiyor

Sevincime benziyor kuşların yan yan uçuşu
Üç beş nar ağacı, taşlar, deniz
Çadırımı göğe kuruyorum
Yıl 2010, günlerden pazartesi






Mersin hep yazdı



Bedir ay salınıp duruyor
Bütün gece gökyüzü salıncağında
Yıldızlarla çevrili dört bir yanı
Anısı var kaygılı denizin üzerinde

Bu benim hayatımdı, nasıl da sevmiştim
Böyle aylı bir gecede – ağustostu sanırım –
Yalıma kesen bedenini
Bedenime girmiştin ter içinde
Kırlangıç yuvalarına sokulmuştum
Yaz kokulu ormana sonra samanyoluna

Ağustostu. Sonsuz bıyıklarıyla Kürt’ler
Henüz gelmemişlerdi Klikya’ya
İskenderiye’ye, Beyrut’a, Atina’ya
Açılan denizin kapısı güneşliydi
Güneşin gözlükleri beyaz uzun kollu
gömlekleri vardı
Nesini anlatayım faytoncuları balıkçıları
kırlangıçları vardı, Mersin hep yazdı

Şimdi anısı var denizin üzerinde
Salyangoz izinin, bedir ayın, yıldızların






Ağıt



Göğe yükseliyor Zazaca ağıt
Acısına yürüyen bir annenin söylediği
Ne bir kedi geçiyor ne bir köpek
köy meydanından, mezarlıkta ahali

Çatışmada öldürülmüş diyorlar
Dağdakilerden biri, bıyıkları terlememiş daha,
Zarif ince, haber göndermiş, damı aktarmaya
gelecekmiş diyorlar, kış için

Anacığı ağıt yakıyor Zazaca
Kapının önünde kadınlar, acı
tozlu çınarın yapraklarına geçiyor,
uzaklaşan gölgelerden bir de

Bir kuyu var avlunun içinde, bir tulumba,
Birkaç incir ağacı, bir çınar, birkaç jandarma,
Vaktinden önce gelen ölüm bir de
Koruyamadığımız için barışı







“Şiir yaz, denize at”



Beklemeyin benden parlak sözler; çıdam ve acı
geldi dayandı şurama, bir Yusufçuk kanadı
çırpınırken, bir saat kulesi susmuşken
rüzgâr aldım denizden

Beklemeyin benden sırf sizin için güzel
dizeler söylememi; kibir ve kılıç kuşanmamı
ter damlarken tersane işçilerinden
telef olurken madenci yeraltında

Yağmur oldum denizin üzerinde. Hangi dağa
baksam eksile eksile çoğaldım

Ben, kendim, yolunu bulan su
Ben, kendim, bir maşrapa dolusu su
Ben, kendim, bir damla su
Ben kendim, yaz kırgını su

Söz yitimi! Bağlandığım derin ilke
Koşu takımlarımı bırakıp geldim denize
Atmak için kırık dökük dizelerimi
Şahmerandan kurtardığım





Ot



rüzgârla ürperen ot
ta derinliğinde derimin altında
öylesine yakınlaşıyoruz ki
birlikte görüyoruz güneşi, ayı,
yıldızları, hani diyoruz ya ben,
sen, o, ottur o türküsünü söyleyen
deniz kenarında ya da kapı önlerinde
taşların arasında, kendiliğinden

ottur dünyaya katan bakışımı
oturup bir taşa, taşın yorgunluğunu
konuşan odur, yalnızca o
içimin zifirini gün boyunca temizleyen

rüzgâr değdikçe ürperen ot
geyiklerin terk ettiği dağlarda,
düzlükte şose yolda, erikli
bir yolda esenliktir, uzun
uzun dolaştığım yerlerde
öğrenir dünyanın bakışını kuşlardan
türkülerini beyaz atlardan
bakmayın öyle incecik durduğuna
boynunun eğikliği rüzgârdan






Naz’a kalp yeniği dizeler



sevda, denize ağaca kuşa buluta
bu kalp sonunda kapılarını açtı dünyaya
sokularak göğsüne bir genç kızın
güneşin parmaklarıyla upuzun

iki su damlası, bir kanat sesi
sevdadır sayrılıkta da sağlıkta da
çileğin demiri, elmanın suyu,
iğne yapraklı ağaçları örselenmiş kıyıların

sonra kurbağalar, kaplumbağalar
çevre bağlarında deniz kokan kentin
yürüyorum, her yürüyüş sevdadır
yol uzun azığım yok
bir yağmur yağsa sağalırım

bu kalp sevda yeniğidir
bilir bütün dostlarım, bilir Naz da
sonunda yenildi şiirle uğraşmaktan
parlarken denizin üstünde mavi






Denize önsöz



mutsuz bir imgeyim burada
sular örtüyor üstümü, derin sular
balıkların geçişini görüyorum sağımdan
solumdan, duyuyorum seslerini

yanıp sönen ateşböcekleri, fener,
iskele geride kalıyor, derine yol
alıyorum derine, ışığın hilesini
seziyorum, denize karışan benim kalbim

lodosu dinleyen kalbimdir
çoğu zaman iskelede ya da sokak ortasında
balıkçı kahvesinde göğe bakarken
gök değil mavi kalıyor aklımda

eylül bitiyor, bunu kuşların
çekingen tavırlarından anlıyorum.
güneş kösele eskisi gibi
denizin üzerinde duruyor

belki çakıl taşlarından bir kolye
yaparım bu sonbahar, belki
sessiz harflerden örülmüş bir dize
yazarım denize önsöz yerine






Akşamüstüne lied



Gözümün buğusu, uzaklaşan kayık,
Gidiyor ağaçların arasından gördüğüm dinginlik
Kıyıda bir bıçak parlıyor. Bir balık sıçrıyor.
Tablada, kırmızı.

Boşalmış çay bardakları, kırık dökük iskemle.
Oturduğum taş değil, balığa çıkmayan
balıkçının hasır iskemlesi. Kim bilir
belki atasının iskemlesi.

Gördüğüm ne? Göremediğimin yanında, hiç.
Serçelerin kirlettiği toprak, ağaç dalı, ışık,
Gölgenin hüznün alacalığı
Akşam, evet akşam olmakta

Gömleğimdeki düğmeleri çözüyorum
Hüzünlü türküler kadar hüzünlüyüm






Testiye suya lied



güneşte ısınmış bir testiyim
su soğuturum aydınlık ruhlar için
toroslar’da, ah çiçekli çiçeksiz
kaya yarıklarından fışkıran su
güneşli ikindilerde parlayan su
hışırdayan ağaçlar altında
tazenen durmadan

içimdeki su, karaca su
karacanın da içtiği su
olmanın, dur durak bilmeyenlerin
hamarat suyu (damacanayla satıyorlar)

yıldızları otu gökyüzünü gölü
düşlemek bana vergi – kulpumun
güzelliği insan eli değmişliğinden

uçarak boşalıyor nihayet içim
derin bir soluk alıyorum -
hiç işte rüzgârı dinliyorum





Yalnız adama lied



Avlunun kuş seslerini eve getirdi
Masaya nergislerin yanına koydu
Evin içi çiçeklerle kuşlarla doldu
Çakıl taşları, denizyıldızları, kurumuş balıklar,
Ölmüş atalarının fotoğraflarıyla yan yana
Köpek sesi, çıkrık sesi, yaprak sesi
Karıştı kalemin kâğıtta çıkardığı hışırtıya
Sözcükler tekne biçimini aldı
Tekne yol aldı gerçeğin ötesine

Kim yineleyebilir olup biteni?
Hiç kimse! Yaşandı bitti bir kuş hafifliğinde

Adam günbatımına baktı. Kocaman
harflerle DENİZ yazdığı sayfaya sonra,
akşamın tozlu gölgeleri sayfalar arasında
yerini aldı.

Dışarıda rüzgâr yaprakları heceliyordu
Yağmur yağabilir diye düşündü
Dinginlikti yağmurun sesi
Şu tuhaf durgunluk günlerinde







Eve lied



Şimdi, diyor, düş otu evim
Denizde atıyor tutkular dolu kalbim
Deniz kenarında oturuyorum
Rüzgârın bilgisini okuyorum
Yunuslar gelecek bir gün kıyılarımıza
Geyikler gezecek bir gün caddelerimizde
Sarnıçlar dolacak, buğdaya kesecek yeryüzü,
Şimdi, diyor, buna inanıyorum

Şu deniz var ya içinde buldum
Taşı ağacı çiçeklenen balıkları
Rüzgâra açık bir pencere
Camından bakıyorum kendime
Kat kat açılan kırmızı bir ay kalbim

Şimdi, diyor, bir kuş ölümü püskürtüyor
Kabuğunun içinde, ılık yuvasında
Duyuyorum dağlara yağan kar sesini,
Düş kuruyorum, ey koca budala, diyorum,
Bir örümcek senden daha mutlu

Köşeler duvarlar kabuklar –
Her insan kendinden yırtılıyor
Kediler çocuklar ipler
Sayısız eğriler evlerde yaşanıyor






Nice şeyler



“Denize gideceğim, dedi adam. Çağırıyor beni lodos.”
Kadın sırtını döndü adama. “Ne verdi deniz bunca
yıl yokluktan başka?” Lodosun sesi duyuldu. Kadın
çayın suyunu koydu.”Yaşlandın artık” dedi.
“Oturmalısın bir eşikte ya da çiçekleri sulamalı,
bahçeye bakmalısın. Yosun tuttu havuzun suyu.”

Adam mutfak penceresinden giren ışığa baktı.
Yoksul zeytine, kızartılmış ekmeğe, peynire.
Masa, sandalyeler, çatal, bıçak, güneş, tuz.
Bunlar var mıydı gerçekten? Kimdi kendi
ismiyle seslenen? Otuz yıl önce böyle miydi?
Sonra bembeyaz güldü: “Nasıl da geçti yıllar,
kuş sürülerinin geçişi gibi.”

Sabahın aydınlanmış saatiydi. Kadın yüklüğe
özenle katlayıp koydu denizi.






Parsı beklerken



Sayılı günler kaldı Parsın gelmesine
Perdeler sarardı güneşi görmekten, akşam,
Her akşam rüzgârın dağıttığı menekşe
Tazeliği yeniledi yaşama sevincini

Ölüm, suyun uyanıklığına yenildi, kaçtı,
Portakallar parladı o çılgın geçitte
Eskiden olsa pazarları evde oturmazdı
Denize düşen gölgesi kuş sayılırdı

Şimdi, suyu sayıklıyor portakallar yerine
Sesi sessizlik sanıyor, ağacı gölge,
Bize sadece hüzünle bakmak kalıyor
Düşlerine inen kılıca; solan gecelerine






Doğa içimde



Her şey uçuyor, kuşlar, parıldayan nesneler,
Gövdeme sarılmış denizci düğümleri,
Ağacın sevinci, rüzgârın uzun ipi
Sığmıyorum koya denize

Gölgemde kaybolmuşum, altında koca gövdeli ağıcın
Tekneler uzaklaşıyor göz eriminden, hava açık
Rüzgâr eskiyen ayakkabımın üzerinden
Yere bıraktığım kitabın sayfalarını çeviriyor

Kendimde yitmişim denizi ite ite
Ayaklarımın dibinden, kıyı bahçeleri kuşlar
Bırakıyor koyun bu yakasına birden.
Yakamı bırakmıyor Akdeniz güneşi






Özgürlük belki



Görmedim bir sapakta durduğunu
Kocaman gözlü özgürlüğün.
O değişik, o büyülü şey kesinlik belki

Saçları örgülü bir kız
Oturmuş deniz kenarında bir kanepeye
Buza kesmiş gövdesi özgürlük belki

Yanmış kanadı kuşun
Özgürlük belki

Işığın ucu salkımsöğütten sızıyor,
Hava güzel, kuşların gagasından
Düşen özgürlük belki

Beyaz bir ata binmiş saçları örgülü kız
Esenlik diyoruz adına
Özgürlük belki







Güz denizi



Çarptım sonunda suyu yüzüme, uyandım
Deniz karşımda duruyor, kuvvetli rüzgâr
İz bırakıyor kıyıya tanelediği yapraklarla

Kıyıda, bir taşın içinden geçiyor balık
Dalgalarsa hep ben, dağılıveriyor içimde
Bitkilerin neşesi, ağaçların sevinci

Havanın kötülüğü ne yapar kuşlara?
Dalgalara yenilir mi sandallar?
Balıkçılar nasıl duyarlar denizin öfkesini?

Bir ürperiş sonrası sarsılan gövdem
-Alışkanlık belki – soğuk sulara dalıyor
Devriliveren dalgalar tek endişem







Taze



Gözlerimi alamıyorum rüzgârdan
Rüzgârın denize yakın kurduğu çadırdan
Bağlardan iniyorum düze, denize,
Balıklar içimde öyle diri
Deniz kıpır kıpır yüzümde
Sandallar tekneler omurgası gövdemin
İnce uzun parmak kadar hüzün
Yağmurun yağışı, rüzgârlı
Serpiyor içime damla damla
Uçarı bir su okşayan yüzümü
Mavi, taze, ayrı değil benden

Rüzgârlı bir ağaç mıyım deniz kenarında
Sağımda solumda tomruklar
Belleğim yanıltmıyorsa on yıl önce
Uyanmıştım heceleyerek denizi
Bir dalgıç mıydım yoksa
Çadırını deniz dibine kuran
Yosunlara, deniz yıldızlarına komşu
Saklanmışım dünyanın dibine
Gözünü kırpmayan bir aydınlık içindeyim
Dünyanın tazeliği ayrı değil benden






Uçbeyi



Çıldırmanın uçbeyiyim
Kentin sokaklarını adımlarken görebilirsiniz
Öylesine kaldırımları ölçen serseri,
Her köşe başında sümbülleri korkutan dilenci
Sahilde bıçaklarını çekmiş güneş
Saat kulesinin iç çekişine bakıyor
Güller dikey uçan kuşlara bakıyor
Kuşlar gagalarında taze çimen yeşili
Denize doğru uçuyor

Çıldırmanın uçbeyiyim
Fildişi kulem yok sokaklar evim
Pasaj önleri, garajlar, ıssız parklar
Yok gibi biriyim, boynumda asılı künyem
Geyiksiz cerensiz yokluklar içinde
Bırakın da konuşayım taşın diliyle
Yıldızların gelinciklerin diliyle
Sesim yanıyor mavi

Çıldırmanın uçbeyiyim
İpe diziyorum elmaları boynumda






Mavilik



Bir ağaç güneşte yandığını görüyor kanatlarının
Mavilikte yitip gittiğini
Saklanmış dallar arasına kuş
Rasgele bakıyor tutkulu göğe

Çağlarca süren çalgısı çingene mevsimlerin
Anladım ki hep böyle taze
Çay öyle taze sabah sabah
Uyanıyorum yine inatçı bir maviliğe
Demli günün mutluluğu

Elimi uzatsam taşın uzun
Bulutun usul usul gittiği
Oltanın atıldığı maviliğe.
Uyanıyorum, zaman günlerdir orada duruyor
Koyunlarını güdüyor bulut

Duru gök, zehirli ot, yaşlı söğüt
Bırakın da geçeyim kardeşlik denizini
Rüzgârın yelpazesi ikiye bölüyor yüreğimi
Biri gök, biri bulut






Güze lied



Güze çıkan yanlış yaştayım
Bir ağaç, birkaç kuş, yalın rüzgâr,
Hiç kullanmadığım sözcükler
Telaşlarımdı, içimdeyken güz

Yazsam yeni bir keşfe çıkarım
Sözcüklerle görmek için ölen arkadaşlarımı
-Âsi yitik karaşındılar –

Bakarım, öyle bakarım pencereden
Güz telaşlarımdı, yapraktaki yağmur damlası
Gök kadar duru, yazmak isterim
Öyle duru şiirler, kuğu şiirler
Gölü, kuğuları düşleyerek

Bu güzden de çıkarsam ölmem daha






Heves



Otursan, güneş vurmuş çiçekler içinde. İncir ağaçlı avluda
kuşlar içinde. Ben sana taze meyveler getirsem. Kuşlar
avludan havalansa birden. Sokaklar kırlangıçlarla dolsa.
Bir avluda ürkek sevgilim var benim, diye düşünsem, şu eski
dünyada, sardunyalarla konuşan. Ben burada çoğalırım.

Kim anımsıyor beni kentin sokaklarında? Balıkçı tezgâhları,
baharat kokan dükkânlar, aktarlar. Ağaçların buğusu,
denizin kokusu, Mersin. Otursan, bir avlunun içinde. Bir
istek, bir heves içinde. Yaşar gider göğsünde binlerce kuş.
Ben böyle çoğalırım.

Yollardayım, sağım solum çilek tarlası. Silifke, içime dolan
türkü, su. Bağlılığın ipeksi sesi. Eski uygarlıkların izini
taşıyan kısa bir cümleyim. Işık ve düş içindeyim. Çilli bir
yağmur yağsa, ıslansam. Ben sana taze heves getirsem.







Denize bakmak



Beni büyük kentler büyüttü
Düğüm düğüm sokaklar, bulvarlar,
Korkunç düşlere açılan metrolar,
Sinema-galeri önleri, pastaneler,
Işıksız beton evler ruhumu kıskıvrak kapayan göğe,
Çarpık çurpuk ilişkiler, çatallaşan yalnızlık,
Onulmaz afyon geceleri – ateşimi yelleyen –
İşittiğim müzik, nesneliğini yitirmiş nesneler,
Bakir gök

Bir gökyüzü hamağında salındım durdum
Konya Mersin arasında
Beyrut Marsilya arasında
Ölü denizle göller arasında
Gözbebeklerimi yıkan bu denizleri bu kentleri
Sevgiyi tüketir buldum, eyvah!

Denize bakalım, dedim, o büyük serüvene
Atların koştuğu ovaların üstünden

Belki büyür boylasam denizi
Sokak aralarında çocuklar

Bir gök bulacağım sonunda
Dur durak bilmeyen mavi






İpince sevgili



Arkada buğday ambarları uyurken
Yaz dokunup geçerken uyuklayan kedilere
Köpekler boşa havlarken
İyi giyimli uzun bacaklı bayanlar köpeklere bakarken
Deniz rüzgârın suskunluğuna bir anlam veremezken
Limon ağaçları ayakta beklerken rüzgârı
Ayağını kıran bir kız deniz kenarında
Yeryüzünün ağrısını dindirirken ayağında
Yerli yerindeyken köşeler
Güneşin ince çubukları
Ben sana gelemem, gelemem
Zarif yağmurlardan, kuşlardan kaçıp
Otursan öyle pencere kenarında
Terlemiş kısa bir cümle yazmadan
Bir sözcük koparmadan Türkçeden
Söğütler, duru gök, begonviller içindedir
Yaz içindedir
Ben sana gelemem, gelemem
Kentin denizi gören sokaklarında
İpince bir sevgilim var benim







Çalıya konan kuş



Yaz geçer, nar’a üzüme dururum
Sona kalırım kimsenin ulaşamadığı
Bağ kütükleri, serçeler, arkada dağlar,
Doğrudur onlara sırtımı dayadığım
Doğrudur taşın serüvenini gördüğüm
Yaz bilgesiyim ben
Yaz, kuşun ağaca fısıldadığı
Yaz, taşın rüzgâra söylediği
Bir çalımla geçer içimden

Çalıya konan kuşum ben







Sandalda



Alev sensin; kanatlarının çarpışı yangın çıkarıyor
Boynumdan omuzlarıma inecek kadar
Bırak da ıssızlığa salayım sandalı,
Serinliğe, yoksa yanıyor gövdem benim

Alev benim; iki terli gövdenin üstüne
Ay ışığı düşmüş gümüşten
Bırak da salayım sandalı şamandıraya kadar
Açık deniz serinletir gövdeni

Bacaklarının açısı senden gidiyor
Ilık bir mevsime akıyor beyaz tüyleri
Nasıl itebilir kasıklarımın gücünü
Kilitlenmiş yuvarlağı kalçalarının?

Ben senin sökük yerinim
Düşen düğme, taş çatlatan çıdam.
Denizin dalgaları her zerremde
Senden de gidiyor sandalın eğimini







İnceydi boynumuz



Siz kanatlarımın değdiği yaralarımdınız
Kendinize bir biçim buldunuz oyalandınız
Tarihin ibresi denize açılmayı gösterirken
Küçük saat kulesine baktınız, baktınız

Biz size dünyayı dolduran amansız kokulardık
Solgun şehirlerin kıyısında kaldık

Bize ekmek bize özgürlük bize ateş vermediler
Çevrildik denizin kapılarından
Başımız dik, ekmek için inceydi boynumuz
Sessizce katlandık Mayıs ölülerimize

Biz size yağmur sonlarının sessizliğiydik
Yoksuldu güneşimiz ve çiçek kokardı







Kırık bacakla



Kırık bacakla ben sana gelemem
Yazla dolu göğsümden omuzlarıma kadar
Her yanım ağrı sızı içinde
Kasım rüzgârı eğlenirken dışarıda

Bir kaza bu başka bir şey değil
Tek bacaklı yazdan kalma gün
Dışarıda tazelenir, kasım güneşi
Bana yeni bir şiir yazdırır

Sana ışıyan dizeler bıraktım masamda,
Birkaç deniz kabuğu, büyülü bir şamdan
Geyikten bir gökyüzü kuşlar için
Gel al – neşen tazelenir belki

Kırık bacakla ben sana gelemem
Oysaki seninle konuşmak bana iyi gelir
Yaz dolu bahçelerdir ışıklı sesin
Yiter giderim kırık bacakla içinde








Öncesi



Bir testi dururdu avluda bozuk bir traktör dururdu
Haydin denize gidelim derdim
Güzel bir gün olur karanfiller güller dururdu
Bir kıyı alıp başını giderdi

Bir yaprak ‘yaz bu’ derdi ‘kısa pantolonlu’
Oysaki benden giderdi eski yazlar bulutlar
Sen fesleğeni sulardın uçsuz bucaksız evren olurdu
Kırmızı soğanlar ipte asılı dururdu

Sen bana kanat olurdun, bilemedin
Eksiğimi tamamlardın beyaz
Bir düğme düşse, bir acı düşse yüreğime
İpince bir çıdam olurdun saklımızda





Kazancı Bedih’in ölümü



Olacak şey değildi Kazancı Bedih’in ölümü
Can suyum döküldü







Sevinçti



Israrlıydım göğü denizle eşitlemeye
Kuşlar elimde kaldı, savruldular
Bir oraya bir buraya kanat çırpmanın bilgisiyle
Güvercinler kiremitleri yerlerinden oynattı
Uçmadan önce

Denizin sesi taze bir sevinçti
Sevinçti elma sesi, buğulu,
Söküğünü diken rüzgâr
Ayağına çabuk sarıasma kuşu
Sevinçti ikimize yaz bütün

Israrlıydım sonsuzlukla ölçüşen boynuna
Çatıda, yaşım kırkı çoktan geçmişken
Tazeliğin elimde kaldı







Sis

....

Öyle ki ben bu kentte – işte yazıyorum –
Tedirginliği terleyen biriyim.
Ey ölüme karşıt süregiden yaşam!
Beni arayan biri var mı, buradayım

Sabahın sisi geçip gidiyor
Tekneler kıyıdan ayrıldığında
Yer değiştiriyor sis, dalgın bakıyorum öyle
Ağaçlar giyinmiş sisi

Şaşkınlık içindeyim güneşi gördüğümde
Sisin içinde kuğu boyunlu
Gün eksiliyor giden kuşlarla
Göçüyor sokaklardan gölgeleri de

Havanın çın çın ötüşünü duyuyorum
İçime çektikçe saf, taze -
Arınacak bir yerim kalmıyor
(Ah, bir de kuşlar kenti terk etmese!)







Rüzgârdı eskiden



tepeyi aşınca incir ağacının rüzgârı
acılarımı taşıyor çarçabuk yapraklardan
yapraklara geçse de ağrılarım
çevik taylara geyiklere kuşlara

sayısız yaprak arasından bakıyor
bir kuş uçsuz bucaksız evrene
ben hangi boyuttayım
ayaklarımın altından kayıyor evren?

ırmakları dinlerken gök bitiyor
bitkiler değil ki terleyen, bak işte
ellerim, insanın uçsuz bucaksızlığı
rüzgârdı eskiden

çift süren gökyüzü bitiyor
çırçır duruyor, çıkrık çalışmıyor
atlar göğe ağıyor uzun yıllar
ne yaparsın
tutulmuş insanın ağzı dili







Serçe ayaklı



Ben de dünyaya geldim geleli
Geldim geleli bu dünyaya dünya bana çatı
Sen bana iç avluydun, rüzgâr kanat
Kar küredik, çiçek suladık, atlarla konuştuk

Nasıl itebilir bir çiçek toprağını
Bir bütünken yerle gök?
Ben sana kol kanat, sen bana
Olmuşken düzeltilebilecek bir dünya

Yağmurlar yağmurlar yağmurlar
Birdenbire gökyüzünün teşekkürleri mi?
Ben de bu dünyaya geldim geleli
Yağmurlar yağdı uzun yıllar

Artık yalınlaştırdığımız bir gökyüzü var
Gecemiz gündüzümüz var
Ben sana çilli bir yağmur
Sen bana serçe ayaklı su






Genç kız için lied



Rengini unutan denizin solundayım
Mavi kalakalan benim bu dünyada
Bir yanım keskin portakal kokusu
Bir yanım buğday deposu

Bir güzel genç kız görsem ışıldarım
Oh evet gülümserim daldan dala konan kuşa
Bir güzel Cezayir olur cesaretim
Yürür geçerim sabah akşam denizi

Babamın aktar dükkânı var
Üstü başı baharat kokar
Hayır Cezayir’den gelmedik doğma büyüme buralıyız
Bizden sorulur bütün Akdeniz

Bir kız tanırım Cezayir menekşesi götürür cezaevine
Uzaktan uzaktan tanırım barok estetiği gibidir
Açarım kaparım şemsiyeyi ansızın bastıran yağmur gibidir
Geçer gider önümden yolumu şaşırırım
Ohho derim bu hayat yaşamaya değer






Bağdat geçilir



Kalan ne? Kalan ne bu uykusuz sabahlardan?
Kuş gölgeleri, otobüs gürültüleri, itiş kakış,
Bir caddeyi ürperten siren sesleri
Geçti, ölüm geçti denizin ötesinden

Kalan ne? Solgun şiirler mi, saatler mi
Uykusuz geçen. Denizin üstünden
-Kendisi şu saatlerde şiire çalışıyor
Siz daha sonra arasanız

Yok hayır geç kalınan sümbüllere,
Arsız kuşlara bir gün nasılsa yetişilir
Sokaklar uzunu uzun yürünerek geçilir
Dayanın yıkıklara söküklere çocuklar
Bağdat geçilir

Kalan ne? Korkunç sakallarımız,
ter kokan rüzgârlar mı?
Geçilir







Göl kılavuzu



Yaz kanatlarını takıp gitti gider
Ağaçların buğusu bütün bir yaz
Gölün durgunluğunu örter

Durgunluğunu üzerinden atsa göl,
Belki kanatlanır yüreğim
Göle doğru
Görürüm bir ağacın yürüdüğünü de

Gölün üzerinde kara uykuda kuğu,
Kıyıdan geçsen de uyandıramazsın.
Bahçe papazeriği dolu
Göl bahçeye bakar, bahçe yaza,
Kuğu göğe baksa da göl durgun

Ben de bu dünyaya geldim geleli
N’olmuş geldimse, geldimse geldim,
Bir göl bile olamadım
Bir kuğu bile






Kazancı Bedih’in gördükleri



Bir adam gazel söylüyordu
Ona akran bir başkası dinliyordu
Kazancı Bedih gördü
Suda sıçrayan balıkları gördü
Sokaktan geçen güzel kızı gördü
Sokak sararıp güze hazırlanıyordu
Bir bulut alıp başını gidiyordu
Kazancı Bedih gördü
Kuyudan su çeken güneşi
Hafif bir rüzgârla düşen yaprağı
Taşın sevincini içinden geçerken yaprak
Kuşun buğday tanesi için uçtuğunu
Buğularını sürüklerken akşam
Kuşların ayaklarını gördü

Görülmeyeni gördü sesinde gazel söyleyen adamın
Taş ev kanatlandı, çarşılardan çekiç sesleri duyuldu
Üç beş adam daha geldi
Devletin ve özel mülkiyetin kutsallığı konuşuldu
Kazancı Bedih duydu
Karda iz bırakan kış
Gecelerine sakladı öfkesini






Gelmedin



Seni beklerken bir şeyler oldu
Denize baktım ağacı okudum kuşları sevdim
Ne güzeldi ne çok güzeldi ağaç
Uzun uzun oturdum
Seni beklerken deniz kenarında

Seni beklerken bulutlar geçti
Göğü ne kadar sevdiğimi -
Seni ne kadar sevdiğimi anladım
Dokunup geçerken omzuma hayat
Anladım bir sevgi hikâyesiydi
Kirpiklerinde biriken tuz zerreleri

Seni beklerken bir şeyler oldu
Önce akşam oldu, kopup gitti
Benden aşkın günbatısı
Bir sardunya koktu, bir kuş uçtu
Gelmedin











İÇİNDEKİLER

Göl ile kuğu

Göl ile kuğu
Göl ile kuğu II
Göl ile kuğu III
Göl ile kuğu IV
Göl ile kuğu V
Göl ile kuğu VI
Göl ile kuğu VII
Göl ile kuğu VIII
Göl ile kuğu IX
Göl ile kuğu X
Göl ile kuğu XI
Göl ile kuğu XII
Göl ile kuğu XIII
Göl ile kuğu XIV
Göl ile kuğu XV
Göl ile kuğu XVI
Göl ile kuğu XVII
Göl ile kuğu XVIII
Göl ile kuğu XIX
Göl ile kuğu XX
Göl ile kuğu XXI
Göl ile kuğu XXII
Göl ile kuğu XXIII
Göl ile kuğu XXIV
Göl ile kuğu XXV
Göl ile kuğu XXVI
Göl ile kuğu XXVII
Göl ile kuğu XXVIII
Göl ile kuğu XXIX
Göl ile kuğu XXX

Lirik şiirler, liedler

Var, ya olmasalar
Var, ya olmasalar II
Ona söyledim
Başka yerde
Yaşamak
Olağanüstü gün
Saat ikindiye doğru
Som gece
Lirik şiirlerden
Yaz ikindisi
Nal çivisi
Maviye çalışıyor gök
Annem
Sabahın ucu
Anadolu
Büyülü Ece
Mekik
Umarsız
Alışkanlık belki
“Çıdam” belki
Sesim ipeğe dokunuyor
Sesler
Denize doğru
Üç köpek geceye havladı
Geyik II
Panayır
Çömlek
Mersin’de gece
Denize başlangıç
Dilekçe
Kırlangıçlar nereye gitti
Öyledir
Şimşek
Dirmit
Arada kalan
Gördüklerimden başka
Başlangıç
Sonuç
Yanlış sorular
Çadırımı göğe kuruyorum
Mersin hep yazdı
Ağıt
“Şiir yaz, denize at”
Ot
Naz’a kalp yeniği dizeler
Denize önsöz
Akşamüstüne lied
Testiye suya lied
Yalnız adama lied
Eve lied
Nice şeyler
Parsı beklerken
Doğa içimde
Özgürlük belki
Güz denizi
Taze
Uçbeyi
Mavilik
Güze lied
Heves
Denize bakmak
İpince sevgili
Çalışa konan kuş
Sandalda
İnceydi boynumuz
Kırık bacakla
Öncesi
Kazancı Bedih’in ölümü
Sevinçti
Sis
Rüzgârdı eskiden
Serçe ayaklı
Genç kız için lied
Bağdat geçilir
Göl kılavuzu
Kazancı Bedih’in gördükleri
Gelmedin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder